Nereye Gidiyorsun Sevgilim

    11.01.2025
    111
    Nereye Gidiyorsun Sevgilim

    Hayat soğuk, yağmurlu ve vurdumduymaz bir İstanbul gecesiydi… Ve gece
    yağan yağmur hep ürkütürdü beni. Yağmur değil yalnızlığımdı pencereleri
    damla damla yalayan, yıllarımı dolduran sensizlikti… Hep bir yanı
    yarımlık, hep senden uzaktalık, hayattaki tek “kimse”mden yoksunluk, yani
    kimsesizlikti. Bir kavuşma mucizesine inanma yolunda harcanmış bir hayatın
    ansızın sonuna gelme, ve o mucizeyi yaşayamadan bir başına ölme korkusuydu
    yağmur.

    Yine yağmur yağıyor, yine gece… Yine İstanbul… Ve sen kollarımın
    arasından sıyrılıp kalkıyorsun yataktan. Nereye gidiyorsun sevgilim?

    Sadece sana sarılarak uyuduğumda nefes alabiliyordum. Beni kollarına
    aldığında, yüzümü masumiyetinin yurduna, o kimsesiz boynuna dayadığımda,
    kokunu kalbimle soluduğumda… Uykun benim cennetimdi. Çünkü cennet sadece
    ikimizin olabildiği yerdi benim için. Ne sana aşık kadınlar, ne sevdiklerin,
    ne geçmişin, ne yarının…Uykunda sadece ikimiz vardık. Aşkıma dar gelen
    sevgi sözcüklerine ihtiyacım yoktu orada. Sana sevgimi anlatmaya, ispat
    etmeye ihtiyacım yoktu artık. Aşkımızın kokusuydu sana beni anlatan, sana
    seni anlatan…. Beni gerçekliğin o soğuk, o köpüklü dalgalarıyla yutan ve
    alıp alıp senden ötelere savuran hayatın dışındaki tek kaçış tünelimdi
    uykun.

    Önce kolunu çekerdin başımın altından, sonra sırtını dönerdin. Usulca
    sarılırdım sana arkandan, seninle ya da sensiz geçen yılların hasretiyle…

    Ardından yavaş yavaş kollarımın arasından sıyrılırdın…Yıllardır taşımaktan
    yorulmadığım hasretin, tenimden tenime akan o ateş, ağır gelirdi bedenine…

    Uyuyamıyorum, nefes alamıyorum, lütfen sarılma, derdin… Yatağın bir ucuna
    sığınmış bedeninden kovulmak, hayatından kovulmak gibiydi benim için.

    Sığındığım, soluk aldığım tek cennetten kovulmak gibiydi. Beni uykunda terk
    etmen, gerçek hayatta terk edişinden bile ağır gelirdi. Yanıbaşındaki
    sensizlik, o rutubetli evimdeki, o baştan ayağa sen olan evimdeki
    unutulmuşluğumdan çok daha ağır gelirdi.

    Seni kaybetme korkusu öyle işlemişti ki hücrelerime…Yataktan doğrulduğun
    anda bu korkuyla açılırdı gözlerim. Bilinçaltım konuşurdu benim yerime… Su
    içmek ya da tuvalete gitmek için kalktığın asla aklıma gelmezdi. Gittiğini
    düşünürdüm yalnızca… O saatte kendi evini terk edip, nereye gidebileceğini
    sorgulamadan, sadece beni o sonsuz hiçlikte, o en masum rüyada,
    cennetimizde, uykumuzda bir başına bırakıp, kaybolacağından korkardım. Bana
    hep aynı soruyu sorduran bu yüzyıllık korkuydu işte: Nereye gidiyorsun
    sevgilim?

    Beni yeniden hayatın içinde, gerçeklerin ortasında bir başına mı
    bırakıyorsun? Beni yeniden unutuluş sürgünlerine mi gönderiyorsun? Nereye
    gidiyorsun sevgilim?

    Oysa seni uyutmayan içindeki o yangınlı hesaplaşmaydı. Gece iner, aşıklar,
    yüzler, bedenler, anılar kaybolurdu; sadece ikimiz kalırdık. Ve sen uykunda
    sevgimle hesaplaşmaya dalardın. Cennette cehennemi hatırlardın.

    Dönüp geriye bakıyorum da, sanki yıllar değil yüzyıllar geçmiş aramızdan…
    Aramızdan ayrılıklar, ihanetler, kayboluşlar, vazgeçişler, yeniden bulmalar,
    korkular, yalnızlıklar, savrulmalar geçmiş. Ve bu ilişki ne çok biçim
    değiştirmiş…

    Seni yollarca, şehirlerce uzağından sevdim. Seni kelimelerce, şiirlerce
    yakınından sevdim. Seni dünya üzerinde sanki ilk kez benim için kalemi eline
    alıp da yazdığın mektuplarca sevdim. Seni umutsuzca, beklentisizce,
    hayallerce sevdim uzağından. Hayatımı öyle olduğu gibi bıraktım. Şehrine
    geldim, ama kalbine giremeden sevdim. Neydik biz o yıllarda hiç düşündün mü?

    Neydik birbirimiz için sevgili?

    Geldim. Bana destek olacak, sırtımı vereceğim bir aşkın yoktu arkamda.
    Kendime yeni bir hayat kuracağım yalanını, kendim dahil, sen dahil herkese
    söyledim. Oysa tek istediğim seninle birlikte bir hayattı. Öyle
    cesaretsizdim ki karşında ve öyle açık sözlüydün ki bana karşı, ancak
    iddiasız bir sığınmacı olabildim hayatında. Hayatına iltica etmek isteyen
    bir yürek sürgünü… Bir aşk meczubu sadece…

    Dürüstlük kimi zaman yalanlardan çok daha acımasızmış, sevgili… Gerçeğin
    buzdan ülkesinde yapayalnız kalan yürek, hayatta kalabilmek için yalanları
    bile özleyebilirmiş kimi zaman… Bana aksini ispat etmek için elinden
    geleni yaptığın o yıllarda, buzlar ülkesinde biraz olsun ısınabilmek için,
    aslında beni sevdiğin yalanına inandırmıştım ben de kendimi…

    Aşkıma kapalı bir kapının önüne bırakılmış yaralı bir kuş gibiydim.

    İnanacak, bir ibadet gibi yaşayacak tek şeyimdi senin aşkın. Karşılıksız,
    güvensiz, sessizce yaşanan bir aşk… Nasıl da hoyrattın bana karşı…
    Kalbinde değil miydim gerçekten? Neydik biz söylesene? O yıllarda senin
    neyindim ben sevgili? Can yoldaşın mı? Yol arkadaşın mı? Dostun mu? Sevgilin
    mi?..

    Sonra bir gün geldi ve unutuldum. Ve bu sorular birer birer bıçak gibi
    saplandı yüreğime ve yüreğimde yanıtlarını buldu. Unutuluş hepsinin acımasız
    cevabı oldu. Sonrası dipsiz bir karanlık… Sonrası çaresiz bir çıldırış…

    Hayata karışmamak için tek kalkanım, tek sığınağımdı aşkın. Tek silahımı
    yitirdim ve hayata teslim oldum. Aldı beni savurdu başka bedenlere, parçası
    olamadığım o kırık dökük öykülere…

    Kırgınlık kimlik değiştirdi ve vazgeçiş oldu benim için. Unutmanın en ağırı
    unutamadan unutmaktır. Seni sonsuza kadar kaybetmek kimlik değiştirdi ve
    unutmak oldu benim için. Seni unuttuğum yalanıyla hayatı kandırmaya
    çalışınca hayat hiç olmadığı kadar acımasız tokatlar indirdi yüzüme…

    Sonrası dipsiz karanlık… Sonrası hatırlamaya bile dayanamadığım düş
    yıkımları… Sonrası kesif, karanlık ve rutubetli bir kuyu… Koskoca bir
    boşluk… Sonrası “yalnızlık” kelimesine sığmayacak kadar derin bir
    yalnızlık…

    Kaç zaman sonra bilmiyorum, bir gün geldi ve beni yeniden hatırladın.
    Yokluğumda kendine kurduğun hayat, beni yasak bir ilişki haline getirdi bu
    kez de… Ve bu ilişki bir kez daha kimlik değiştirdi. Seni, bir başkasıyla
    birleştirdiğin hayatına uzaktan bakarak, kalbimi kıskançlığın lanetli
    hırsına teslim ederek, kısıtlı zamanlarda, gizli saklı buluşmalarda, o
    doyumsuz kaçamaklarda sevmeyi de öğrendim… Hasretinin o tarifsiz kokusu
    burnumu sızlatırken yapayalnız uyumayı da öğrendim. Yağmurlu İstanbul
    gecelerinde o baştan ayağa sen olan evimde kaderimle kıyasıya yaşamayı da
    öğrendim, sevgili…

    O zamansız unutuluşun ardından yeniden hatırlanmanın sevinci, seni
    paylaşmaya boyun eğmenin ve hep gizliliğin gölgesinde kalacak olmanın
    acısına büründü. Uykunda soluğunun bir başka soluğa karıştığını bilerek
    geçirdiğim sayısız gecelerde, gururumu parça parça bölüp aşkıma kurban
    verdim. O tarifsiz ağrıyı uyuşturmak için ruhumdan, kimliğimden, kadınlık
    onurumdan vazgeçtim. Her şeye rağmen direnebilmek için kendimden vazgeçtim.

    Geriye dönüş kapılarını sonsuza kadar kapatmış oldum böylece. Ruhumdan
    kendimi kovup, tüm hücrelerime sadece aşkını yerleştirdim. İşte o andan
    itibaren, sensizlik artık bensizlik oldu sevgili.

    Nasıl da telaşlı, nasıl da soluk soluğa yaşardık o kaçamak anları…

    Aşkımızın en karanlık, en gerçek, ama en yoğun anlarıymış onlar… Sensiz
    geçen gecelerde yüreğimde biriken kıskançlığın, öfkenin, kırgınlığın ve
    hasretin hummalı karanlığı, sana kavuştuğum anlarda sevinçten çıldırmanın
    eşiğinde tarifsiz bir hazza dönüşürdü… Nasıl da ateşliydi
    sevişmelerimiz… Sana yeniden dokunmak, sanki bulutlara öpücükler kondurmak
    gibiydi…

    Huzurla huzursuzluk, hasret ve kavuşma, aşk ve öfke, merhamet ve
    acımasızlık, kırgınlık ve bağışlama her şey ama her şey sevgimizin taşkın
    sularında birbirine karışırdı. İki kalbin bir ömre sığdırabileceği tüm
    duyguları biz o kısacık anlarda soluk soluğa yaşardık…

    Sonra hayatını değiştirdin. Yeniden özgürlüğüne kavuştun. Ve bu ilişki bir
    kez daha biçim değiştirdi. Yıllardır bir savruluş halinde aramızdan akıp
    giden aşkımız, nihayet dingin, doygun ve emin bir sığınak bulmuştu kendine.

    O savruk yıllar bile koparamamıştı ya bizi birbirimizden, artık hiçbir şey
    bu aşkı yıkamazdı. İhanetlerin, unutuluşun, hayatın sınavından geçmişti
    aşkımız. Tam da birbirimizi hayattan çok uzakta, dokunulmaz bir boyutta
    sevdiğimize inanmaya başlamışken, dudaklarından dökülen o lanetli cümle
    korkularımı yeniden uyandırdı, geçmişi zamandan koparıp aramıza soktu
    yeniden: “Varlığın artık bana acı vermiyor…”

    Ah sevgilim, ayrılık trenini çoktan kaçırmadık mı biz? Bulup bulup kaybetme
    oyunlarını çoktan tüketmedik mi? O dünyevi aşk oyunlarından,
    kıskandırmalardan, kaçamaklardan çoktan vazgeçmedik mi? Birbirimizi en ağır
    ihanetlerde sınamadık mı? Anlamadın mı artık, varlığım sana acı vermek için
    değil… Sadece seni sevmek için yaşadım ben!

    Senin için bir ilişkide girilebilecek bütün kimliklere bürünmedim mi? Önce
    aşkla değil kalbinin boşluğuyla tutunduğun bir can yoldaşıydım… Yüreğin
    bir başkasına kapılarını açtığında hayatından dışlanıp unuttuğun oldum
    sonra… Başka hayatlarda, başka ilişkilerde seni unutmaya çalışırken, belki
    de aslında sadece seni ararken kıskançlıktan deliye döndüğün oldum…

    Kalbime geri dönmek istediğinde gururumun gemilerini yakıp, metresin
    oldum… Vicdanın oldum senin… Merhametin oldum… Pişmanlığın oldum…
    Hazzın en sıradışı boyutlarını seninle paylaşan fahişen oldum… Arkadaşın
    oldum… Kardeşin oldum… Sevgilin oldum… Söylesene kaç kez biçim
    değiştirdi bu ilişki? Kaç kez kimlik değiştirdim seni sevebilmek için…

    Anlamadın mı artık, varlığım sana acı vermek için değil. Sadece seni
    sevebilmek için yaşadım ben… Hala seninle geçireceğim anların telaşıyla
    tüketir gibi yaşıyorum sensiz geçen günlerimi. Yıllar geçti, hala seni
    görecek olmanın kalp çarpıntılarıyla, yalnız senin için giyiniyorum en güzel
    giysilerimi. Sen güzel bulasın diye geçiyorum aynaların karşısına.

    Seninle geçen zaman bir daha tekrarı olmayan, doğaçlama bir melodi gibi
    benim için… Sanki birlikte yazılmış kaderimizin sayılı dakikalarından an
    çalıyorum. Öylece karşında oturup seni seyretmeyi, sana yemek hazırlamayı,
    seninle sohbet etmeyi, dostlarını ağırlamayı, seninle birlikte uyumayı, yani
    paylaştığımız ne varsa hepsini bir daha asla okuyamayacağım bir şiiri kelime
    kelime içime sindirir gibi, soluk soluğa hissederek yaşıyorum… Öyle
    birikmişsin ki içimde… Seni yaşamakla tüketmem, seni sıradanlaştırmam
    mümkün değil. İçime çektikçe çoğalıyorsun…

    Şimdi varlığım her geçen dakika daha da daralan gizli bir çember örüyor
    etrafına. Her geçen gün biraz daha uzaklaşıyor, biraz daha kanıksıyorsun
    beni… O peşini bırakmayan yaralı geçmişin aramıza korku duvarları örüyor.
    Hayatını tüm kalbimle kucakladığımı hissettiğim anda ansızın yüzünde beliren
    o eski kaygıların alıp seni benden çok uzaklara, derinlere, yalnızlık
    kuyularına sürüklüyor. Yeni isimler, yeni aşk öyküleri, başka yüzler, başka
    bedenlerle kaçış planları yapıyorsun kendine…

    Gece ansızın seni uyandıran, kolunu başımın altından çeken, seni yatağın
    ucuna kadar götüren, uykunu bölüp ayağa kaldıran ve bana hep o aynı soruyu
    sorduran bu korkular değil mi…: “Sevgilim nereye gidiyorsun?”

    Sevgilim nereye gidiyorsun? Orada ne var? Benliğini kıstırdığın duvarların
    arkasında soğuk, uçsuz bucaksız bir yalnızlıktan başka ne var? Neden
    kaçıyorsun? Neden bu aşkı sonsuzluğa, özgürlüğe, daha önce hiç yaşamadığın
    sınırsızlığa bir kapı olarak görmüyorsun? Ben senden gitme ihtimalini hiçbir
    zaman çalmaya yeltenmedim ki… Sevgim seni tüketmek değil, çoğaltmak
    içindi… Sevgim dünyanın yaşanılası bir yer olduğuna inanman, inanmamız
    içindi… Yüreğimizin çok derinlerinde yaşayan o iki masum çocuğun soluk
    alabilmesi için bir gökyüzüydü sevgim… Ben senin kanatlarını hiçbir zaman
    çalmadım ki…

    Öyle çok reddedildim ki, öyle çok unutuldum ki senin tarafından, sensiz
    kalmak yüreğimi ezen tek korku artık. Öyle ki hayatım yalnız bir korku
    halinde ayakta duruyor şimdi… Korkumu gerçeğe büründürdüğün anda yıkılıp
    gideceğim. Her şeyi tükettim. Hayata tutunmak adına ne varsa her şeyi yaktım
    seni sevebilmek için… Tüm sabrımı, kendime ve insanlara güvenimi, sevginin
    hayatın tek harcı olduğuna olan inancımı… Artık senden başkasına verecek
    enerjim, sevgim ve hayatla hesaplaşacak bir benliğim kalmadı. Geriye dönüp
    sığınacak bir kendim kalmadı…

    Şimdi bana varlığımın sana acı vermediğini söylüyorsun. Gitmemi istiyorsun,
    sonra yeniden gelmemi… Ve sonra yeniden gitmemi… Beni sensizliğin o
    dipsiz çukuruna önce sarkıtıp, sonra yeniden gün ışığına çıkarıyorsun.

    Sevgimi, yokluğumu hissettiğin yerde bulmak istiyorsun. Aşkımın benliğini ve
    hayatını ele geçirmesinden duyduğun o sebepsiz korkuyu yenmek için, bana
    seninleyken tekrarı olmayan bir şiiri hatırlatan zamanın, sana benimleyken
    gösterdiği monoton ve tüketici yüzünü yok etmek için oynadığın bir oyun bu
    belki de… Beni deliliğin sürgünlerine yollayıp, sonra yeniden kalbine
    çağırıyorsun.

    Korkuyu beklemenin telaşı korkunun kendisinden çok daha ürkütücü biliyor
    musun? İşte bu yüzden sensizliğin karanlık kuyusuna kendi ellerimle
    bırakıyorum kaderimi. Korkuyu beklemekten vazgeçiyorum, ama asla seni
    sevmekten değil, sevgili… Sana veda etmeden kayboluşa karışmam da aslında
    sadece bunun için…

    Madem varlığım acı vermiyor sana, madem ki ancak yokluğumda sevgimi
    hissedebiliyorsun, öyleyse yokluğumla kal sevgili… Madem ki yokluğumla
    daha mutlusun, o halde yokluk benim bu aşk için büründüğüm son kimlik
    olsun…

    BİR YORUM YAZIN

    ZİYARETÇİ YORUMLARI - 0 YORUM

    Henüz yorum yapılmamış.

    Copyright © 2024 Yüreğininsesi.com Tüm Hakları Saklıdır